11 Eylül 2012 Salı

LİSANS MI? ÖNLİSANS MI?

  
LİSANS MI? ÖNLİSANS MI?
 

İİBF sorunu anlatmak ile bitmez; atama sayısının az olması,4001 kod ile İİBF alanı gasp edilmesi, lisans dururken önlisans alımı yapılması peki İİBF mezunları isyan etmesinde her yıl 40.000 alım yapan eğitimci arkadaşlarımızmı isyan etsin.
Bugünkü yazımda lisans ve önlisansı karşılaştırıp yorumlamak istiyorum.

İİBF önüne geçen, genellikle bankalar ve sgk tarafından işe alınan, Bankacılık ve Sigortacılık bölümünü inceleyelim.

Bankacılık ve Sigortacılık bölümünün derslerine bir göz atalım.


1.Sınıf Dersleri
2.Sınıf Dersleri
Genel Muhasebe İktisada Giriş
Genel İşletme
Hukuka Giriş
Genel Matematik
Davranış Bilimlerine Giriş
Temel Bilgi Teknolojileri
Yabancı Dil (İng. Alm. Fra)
Banka ve Sigorta Hukuku
Banka ve Sigorta Pazarlaması
Sigortacılık Uygulamaları
Bankacılık Uygulamaları
Banka ve Sigorta Muhasebesi
İstatistik
Türk Dili
Atatürk İlkeleri ve İnk. Tarihi


Şimdide aynı alana atanması gereken İİBF derslerine bakalım.

1.Sınıf
2.Sınıf
3.Sınıf
4.Sınıf
Genel Matematik
Muhasebe Uygulamaları
Türk Vergi Sistemi
Uluslararası İşletmecilik
Genel Muhasebe
İktisat Teorisi
İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku
İnsan Kaynakları Yönetimi
İktisada Giriş
Yönetim ve Organizasyon
Yabancı Dil (İngilizce)
Muhasebe Denetimi ve Mali Analiz
Genel İşletme
İstatistik
Finansal Yönetim
Stratejik Yönetim
Hukuka Giriş
Ticaret Hukuku
Pazarlama Yönetimi
Girişimcilik
Davranış Bilimlerine Giriş
Kamu Maliyesi
Maliyet Muhasebesi
Türk Dili
Temel Bilgi Teknolojileri
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi
Yönetim Bilgi Sistemi
Sermaye Piyasaları ve Finansal Kurumlar


Sgk ve bankalara atanan birinin hangi bilgilere sahip olmasını isterdiniz halktan biri veya bu kurumların müdürü olsanız,hangisini alırdınız.Ben olsam lisan mezunlarını alırdım, çünkü; sizinde gördüğünüz gibi önlisans okuyanlar İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku görmemiş,halktan biri olarak sgk gittiğinizde,sorunuza cevap almanız hakkınız olsa gerek,ama bu dersi görmeyen birinin sorularınıza cevap verebileceğini sanmıyorum.Peki bankaya gittiğinizde,yine aynı durum karşınızda,Ticaret Hukuku,Türk Vergi Sistemi ve Sermaye Piyasaları ve Finansal Kurumlar dersini almayan birisinin nasıl yardımcı olmasını beklersiniz ,siz beklersiniz de onların sorunlarınıza cevap vereceğini sanmıyorum.Kurum Müdürü gözü ile baktığımda ise bahsettiğimiz kurumlar hizmet sektörüne girdiği için ilk amaç halkın sorunlarına cevap verecek , personel alınması gerektiğini ve bulunduğu kurumla ilgili hukuki,ekonomik,vb. bilgiler ile kuşatılmış bir personel ilk tercihiniz olması gerekir. Ne kurumların zedelenmesini ,nede hizmet bekleyen halkın mağdur olmaması isteniyorsa,bu yanlışa biran önce son verilmelidir.




HİÇ BİLENLE BİLMEYEN BİR OLUR MU (ZUMER SÜRESİ 9.AYET)

9 Eylül 2012 Pazar

Hayat Dersi





Beş yaşında idim. Rahmetli babaannem pirinç ayıklıyordu.
Bir tane yere düştü.
Babaannem eğildi aramaya başladı.
Sağa bakıyor sola bakıyor bulmaya çalışıyordu.
Çocukluk iste
-Aman babaanne dedim.
... - Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya yorulmaya değer mi?

Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı öfkeyle doğruldu.
-Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun ' dedi.
- Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanin göz nuru alın teri emeği çilesi var biliyor musun?'
Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.

Aradan yıllar geçti.
Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.
Alain'in proposlarini okuyorum.
Birden irkildim.
Babaannemi hatırladım.
Alain ;
''Bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur '' diyordu.
İlave ediyordu. Bir iğnenin üretiminde binlerce insanin alın teri göz nuru el emeği vardır diyordu.

On dokuz yıl evveldi.
Stockholm'e gitmiştim.
Bir otele indim.
Geceydi.
Sabahleyin traş olmak için lavaboya gittiğimde aynanın yanında ilginç bir not gördüm.
'Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın yanda bir kutu var oraya bırakın bir tek jiletle dahi olsa İsveç çelik sanayisine yardımcı olun' diyordu.
Doğrusu hayretler içinde kaldım.
Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir.
Birçok eşya üzerinde' İsveç çeliğinden yapılmıştır' diye yazardı.
İste o ülke kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor ona sahip çıkıyor gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.

İsviçre'de zaman zaman belli periyotlarda radyolar televizyonlar bir haberi duyurur.
'Şu tarihte su saatte adamlarımız gelecek. Siz lütfen hazırlığınızı yapın.
Okumadığınız ilgilenmediğiniz kullanmadığınız ne kadar kitap dergi gazete varsa kâğıt ambalaj kutu varsa velev ki bir ilaç prospektüsü dahi olsa kapının önüne koyun. İsviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazla ağaç ziyanına engel olun.'

Japonlar son derece sade basit yalın mütevazı yasayan insanlardır.
Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş hayatın manasını anlayamamış zavallı kimselerdir.
Böyleleriyle; evini mezat salonuna çevirmiş zavallı diye eğlenirler.
Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisi darboğazdan geçiyor. İç borçlar dış borçlar gırtlağı aşıyor.

Zamanın başbakanı meclisi toplar.
Kürsüye çıkar.
Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve;
- Şu andan itibaren der
- Tanrı şahidim olsun ki Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden pirinçten başka bir şey yemeyeceğim.
- Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.
Dediklerini yapar en üstten en alta bir israftan
kaçınma kampanyası açılır.

Japonya bütün borçlarını öder. Bu durumun toplumun bütün kesimlerini tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok.
Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm.
Yarabbim ne kadar sade ne kadar mütevazı ne kadar gösterişten uzak...

*Gerekmediği halde elektriği yakmakla suyu kapamadan bos yere akıtmakta gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına
geçmiyor muyuz?

*Hayat çok ince akil almaz incelikte ipliklerle örülmüştür. Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki İlkokul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.

Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı bir at bir komutanı
Bir komutan bir orduyu
Bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu..

Maddi durumumuz ne olursa olsun ister zengin olalım ister fakir hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
Burada parayı da maddiyatı da aşan büyük bir sorumluluk duygusu edep ve incelik vardır.


Not:Alıntıdır



8 Eylül 2012 Cumartesi

İİBF kuruluşu ve önemi

İİBF kuruluşu ve önemi
“Sosyal medyada çığ gibi büyüyen İİBF öğrencilerinin hareketi üzerine destek olmak için bu yazıyı kaleme alıyorum”

Sanırım yine Osmanlı aşkım depreşti; ama haksızda sayılmam yönetici yetiştiren okulların kurulması, OSanırım yine Osmanlı aşkım depreşti; ama haksızda sayılmam yönetici yetiştiren okulların kurulması, Osmanlı Devletinde başladı.İlk mektebi 12 şubat 1859 Abdülmecit’in onayı ile mekteb-i mülkiye kuruldu.
mekteb-i mülkiye'ye giden yol (1859'a doğru)
ıı. Mahmut döneminde batı tipi eyalet modeli getirilerek, yeni vilayetler oluşturulmuştu. 24 eylül 1858'de dönemin içişleri bakanlığı kurulmuş; sonrasında ise valilerin, mutasarrıfların, kaymakamların ve kaza müdürlerinin görev ve yetkilerini belirleyen bir kanun yürürlüğe konmuştu. fakat yeni düzen için gereken genel idare personelini yetiştirecek bir kaynak okula gereksinim vardı. konunun önemi göz önünde tutularak, kaymakamlık ve müdürlük gibi idare amirliği işlerinde çalışacak memurlara kaynak olacak bir "mekteb-i mülkiye" açılması için incelemeler yapıp teklifte bulunmak üzere meclis-i ali-i Tanzimat görevlendirildi. 27 nisan 1858'de bu meclis tarafından hazırlanan gerekçe sadrazam Mehmet ali paşa'ya gönderildi. bab-ı ali'de uzun görüşmeler sonunda kabul edilen gerekçe, bir tezkere ile 3 mayıs 1958'de Abdülmecit’e sunuldu. padişah ertesi gün teklifi onayladı ve sadrazamlığa iletti. onaylanan teklife göre ilk maarif (milli eğitim) bakanı Abdurrahman Sami paşa'nın da katılımıyla meclis-i ali-i Tanzimat, mekteb-i mülkiye'nin tüzüğünü hazırlamak üzere toplandı. söz konusu tüzükte, bu okulun içişleri teşkilatına yetkin memurlar yetiştirmek için kurulduğunu, öğretim süresinin iki yıl olup, yatısız olduğunu, okulda yazı yazma bilimi, kompozisyon, aritmetik ve geometri, tarih, coğrafya, istatistik, Osmanlı devleti yeni kanunları, devletler genel hukuku, Osmanlı devleti ile diğer devletler arasında yapılan anlaşmalar ve ekonomi politik derslerinin okutulacağı, memur olanların doğrudan, diğerlerinin ise sınavla olmak üzere toplam 50 öğrenciyle eğitime başlanacağı gibi hükümler yer almaktaydı. seçme sınavı sonrasında, 12 şubat 1859 cumartesi günü, sadrazam Ali paşa başkanlığındaki hükümetin tümüyle katıldığı ve İstanbul’un bütün ileri gelenlerinin yer aldığı bir törenle mekteb-i mülkiye açıldı. okulun resmi adı "mekteb-i fünun-u mülkiye" idi




Yazıda da anlaşılacağı üzeri Osmanlı devletinde uzmanlaşmaya gitmesi gerektiğini anlamıştı. Aksayan işlere düzensiz yönetime mekteb-i mülkiye'den yetişen yöneticilerin son vereceğini biliyordu. Osmanlı devleti bu okullar ile istediği düzenli ve bilgili yöneticilere sahip oldu ve 21.yüzyıla kadar geldi şimdiki ismi ile İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi…

21.yüzyılda İİBF durumu, ağlanacak halimiz,tarihten bir türlü ders çıkarmayışımız burada da başladı.Eski günlere Mekteb-i Mülkiye öncesine dönüş yaşadık.Osmanlı Devleti kaliteli yönetici yetiştirmek için mektep kuruyor bizler ise İİBF mezunları dururken onları olan alanlar Fen Edebiyat Mezunu arkadaşları atıyoruz,çıraklaşmada bu olsa gerek; sakın FEF okuyan arkadaşlar beni yanlış anlamasın, genç olarak onlarında atanmasını isterim ama kendi alanlarında atanmalı onların da sorununu başka yazımda dile getirecem.

Eskiden çok iyi hatırladığımız tarihi hatalarımızdan biri olan, babadan oğla geçen saltanat ile torpilli olduğu için kaymakam olarak atanan, yönetimde diğer arkadaşlarına göre başarısız olan birilerinin geldiği sistem ile hiç bir fark göremiyorum. Yöneticiler torpil demiyor referans diyor; buna çünkü bir ilçeyi ne olduğu belisiz birine emanet edemezlermiş.Bu sözünüze katılırım ama bir öğrencinin en iyi referansı öğretmenleri,hocaları ve yaşadığı çevredir onlarla iletişime geçilip araştırılsın kaymakamlık ile hayallerini süsleyen gençlerin hayalleri ile oynanmamalı.

İİBF sorunları bitmedi; 4001 en büyük sorunları onların. 4001 (Herhangi bir lisans programından mezun olan öğrenciler İİBF alanına atanmalarıdır.) .Bu çıraklık değilde nedir?Gerekli kurumlar İİBF mezunların sesine kulak vermeli 4001 kodunu kaldırıp nitelikli personel ataması yapılmalı..350.000 İİBF mezunu gençlerin sorunlarına son verilsin.

Yarının bu günden daha iyi olacağı ümidiyle yetinmek yerine hemen bugün, yarın uyandığımızda kendimizi önceki günden biraz olsun daha iyi hissetmemizi sağlayacak bir şeyler yapabiliriz."
EDWARD DE BONO

6 Eylül 2012 Perşembe

Mimari hata mı var…

Mimari hata mı var…




Yine haberlere dalmıştı,içinde bir korku ile haberleri izliyordu bir yandanda dua ediyordu Rabbim oğlum tüm evlatlar sana emanet deyip yakarıyordu Rabbine, biraz ağırlaştı ve oturdu. Sanki bir şey olmuştu kalbinden bir parça kopmuştu tam gözleri kapanacaktı ki zil çaldı kapıya yöneldi, askerleri görünce kalbi biraz daha hızlandı uzun uzun askerlere baktı askerler susmuştu anlamıştı oğlum hasanım dedi…

Hatırladınız sanırım bu sahneleri bizim ülkemizde her ay en az bir anne yaşıyor.Yapılan hatalardan hiç ders alınmıyor. Her yıl aynı karakol basılıyor ama kimse neden demiyor,olan sadece kalplerinin bir parçası giden o yiğitlerin annelerine oluyor susuyor ama içlerinden haykırıyor bitirin artık terörü, başka annelerin canı yanmasın.

Bu kadar annenin acısı yetmiyor gibi mimari ve askeri hatalar sonucu kurulan karakollar kınalı hasanların mezarı oluyor.Geçmişe dönüp bir göz attığımızda Osmanlı devleti karakollarını, hep tepelere inşa etmiş ve nerdeyse karakolun yüksekliği 5 katlı bir bina gibi ve etrafını koruyan surlardan oluşuyordu
Peki gel gelelim günümüzdeki karakollara, ova içine yapılmış 1 metre etrafını çeviren duvar bazılarında var bazılarında oda yok binalar ise müstakil evlere benziyor ah Osmanlı ah keşke seni biraz anlayabilseydik geçmişimize biran bakıp ders alabilseydik…

Bunun hesabını kim verecek şehit ailelerine kim diyecek göz göre göre oğlunuz şehit oldu. Bende merak ediyorum sorunun cevabını, ama her kim verecekse onlar şehit nedir bilmez ne hikmettir bilinmez ama hep şehit bayrakları eski bir göz evlerde dalgalanıyor bayrak o evlere yakışıyor, söylerken sakın unutma o annenin gözüne bakarak söyle…

İİBF MAĞDURİYETİ DEVAM EDİYOR

2012 KPSS'ye girmiş 924.739 aday içinde en büyük dilimi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunları oluşturmaktadır
İİBF MAĞDURİYETİ DEVAM EDİYOR
 
2012 KPSS’ye girmiş 924.739 aday içinde en büyük dilimi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunları oluşturmaktadır. Sınava her sene dahil olan yeni mezunlarımızla birlikte memur olmak için yarışan İİBF li aday sayısı 350.000 ‘i bulmuştur.
 
Ancak sınav puanı baz alınarak yapılan merkezi atamalarda İİBF’ye açılan kadro sayısı, aday sayısıyla paralellik göstermemektedir. Adaylar iki sene boyunca memuriyet beklerken atanmalarını neredeyse imkansız hale getiren yetersiz kadrolarla karşılaşmaktadır. Örneğin Kasım 2011 atamasında 400 civarı bir kadro verilmiştir ki bu sayı sınava giren İİBF li adayların sadece binde ikisine tekabül etmektedir. Kadro sayısının yetersizliği resmi makamlara iletilmesine rağmen mağduriyetimiz çözülmemiştir. Şöyle ki; haziran 2012 ataması için talep ettiğimiz kadro sayısı 15.000 iken ve bu talep memur olmayı bekleyen adaylarımızın sadece %5’i iken verilen kadro 2.900 olmuştur. Bu sayı oranlandığında aday sayımızın yaklaşık %1’ine atama yolu açılmıştır.
 
Her sene memur alımları ciddi rakamlarla telaffuz edilirken ailesinden, çoluk çocuğundan, özel hayatından feragat ederek emek veren arkadaşlarımızın yetersiz kadrolarla karşılaşması atanma ihtimallerini gittikçe zor bir hale getirmiştir. Vatandaşlarımız kamu kurum ve kuruluşlarında işlem yapabilmek için sıra beklerken İİBF mezunları da her sınavdan sonra 2 sene atama beklemektedir.
 
Verilen kısır kadroların zaman zaman eğitim, fen edebiyat ve mühendislik gibi farklı fakültelere paylaştırılması ve özellikle Genel İdare Hizmetleri kadrolarına başka adayların yerleşmesi mağduriyetimizi artıran diğer bir unsurdur. Üniversiteye hazırlanırken ÖSYM kılavuzunda SGK, Tapu, Yurt-Kur, İş-Kur, Maliye PTT gibi çalışma alanları özellikle belirtilmişken Genel İdari Hizmetler sınıfına dahil bu kurumlar şimdiye kadar ya yeterli miktarda alım yapmadı ya da başka kodlar üzerinden alım yaparak İİBF mağduriyetine yol açtı. Bizlere ÖSYM tarafından taahhüt edilen bu kadrolar için diğer fakülte mezunlarıyla 4001 (herhangi bir lisans programından mezun olmak) kodu altında yarıştırılmak istemiyoruz. İş Hukuku, Vergi Hukuku, İdare Hukuku, Kamu Yönetimi, İşletme, İktisat, Muhasebe gibi kamu kurum ve kuruluşlarında en gerekli derslerde başarılı olan arkadaşlarımız atama beklerken diğer fakülte mezunlarının bu işlerde istihdam edilmesi doğru bir uygulama değildir.
 
Nasıl ki bir dönem Ziraat Mühendisliği Fakültesi adayları öğretmen olarak atayan yanlış bir uygulama bu fakülte mezunu arkadaşlarımıza kalıcı bir hak sağlamadıysa daha önce 4001 kodu altında yapılan yanlış istihdam politikası diğer fakülte mezunu adaylara kalıcı bir hak sağlamamalıdır.
 
Örnekleyecek olursak;
 
Yurt-Kur 4001 kodu altında alım yaparak Eğitim Fakültesi ve Fen Edebiyat Fakültesi mezunu adayların yerleşmesine olanak tanıdı. Ataması yapılan adaylar ilk öğretmen alımında istifalarını vererek kurumu zor durumda bıraktılar.
 
Aynı şekilde adı işletme olmasına rağmen Devlet Hava Meydanları İşletmesi 4001 koduyla alım yapmaya devam etmektedir.
 
SGK son iki atamada memur alımlarına ön lisans mezunu adayları da dahil etmeye başladı. İbretle izliyoruz. Eğitim almış, dirsek çürütmüş, 4 sene maddi manevi fedakarlıkta bulunarak okul bitirmiş İİBF mezunlarının yerleşmesi gereken bir kuruma ön lisans mezunu adaylar yerleştiriliyor.
Yine PTT ; Endüstri Mühendisliği, İstatistik ve Matematik mezunu adayların kodlarını alımlara ekleyerek istihdam sağlamaktadır.
 
İİBF mezunlarına atama kapısını aralayan en önemli kurumlardan biri olan Gümrük ve Ticaret Bakanlığı alımları son dönemde ÖSYM merkezi atamalarından çıkarılmıştır. Mülakat sistemi getirilerek düşük puanlı bir adayın yüksek puanlı bir adayın önüne geçmesine imkan tanınmıştır. Ayrıca bu uygulama için 9 ay kadar beklenmiş ve çıkarılan yönetmelik sonucu yapılan alımlar Haziran 2012 merkezi atamasına çakıştırılmıştır. Adaylar hem gümrük alımlarında hem de merkezi atamalarda tercih yaptıklarından iki tercihine de yerleşen bir aday kurumlardan birini maalesef boş bırakmıştır. Gümrük alımlarında kullanılan puanın diğer atamalarda tekrar kullanılmasını engelleyecek bir uygulama mevcut değildir. Aynı uygulama her atama dönemi karşımıza çıkacak bir durumdadır. Bu tür yanlış uygulamalar kurumlar arasındaki personel sirkülasyonunu hızlandıran bir etkendir. Bir kurumda uzun süreli ve verimli çalışan personel istihdamı sağlamak, sırf bu yanlış uygulamalar yüzünden sekteye uğramaktadır.
 
Sistemsel sorunlar hep İİBF mezunlarının aleyhine işlerken yeterli sayıda atamanın yapılmaması kadar kurumlarımızın yol açtığı ve bize mağduriyet şeklinde geri dönen bu gelişmeler sonucunda İİBF mezunları sürekli mağduriyet halindedir. Bizler bu güzide ve lokomotif fakültemizin kamuda daha çok istihdamı için mücadele ediyoruz ve bu mücadelemizde hiçbir fakülte mezunu arkadaşımızı karşımıza almak istemiyoruz. Yetersiz istihdam sonucu adaylar da birbirine düşmektedir. İİBF mezunları haklı mücadelesini eğitimini aldığı derslere dayandırmaktadır ve bundan sonra yapılacak memur alımlarında sınava giren aday sayımızla orantılı kadro talep etmektedir.

ATANAMAYAN İİBF MEZUNLARI


Not:Yazı alıntıdır.ATANAMAYAN İİBF MEZUNLARINA destek olmak amacıyla paylaşılmıştır.

Kayaların Oğlu


1923`ün ılık bir ekim sabahında

Kayaların toprağa dikine saplandığı yerde doğdum

Toprak anayla kaya babanın oğluyum ben

Toprak anam sevgi dolu, bereket dolu

Toprak anam sessiz, ama toprak anam dopdolu

Toprak anam toprak anam Anadolu

Babamsa sağı solu belli olmaz

Bir gürledi mi yer yerinden oynar

Göğsünde çatırdamalar olurmuş

Onun için derdi, onun için sayısız irili ufaklı

Kaya parçaları vardır bu topraklarda

Ve sen benim oğlum

Ve sen kayaların oğlu

Bu taşı toprağı bir arada tutacaksın

Kolay değil kayaların oğlu olmak

Kuzeyden esen rüzgara

Güneyden gelen kavurucu sıcağa

Karşı koruyacaksın onları

Kolay değil, kolay değil

Kayaların oğlu olmak

2023`ün ılık bir ekim sabahında

Bacaklarımda hafif bir uyuşma ile uyandım

Ve sanki yüz yıllık ulu bir çınar gibi

Kök salmaya başladım o sabah

Ve ilk kez sağımda solumda asırlardır

Durmakta olan diğer çınarları fark ettim

Doğudan hafif bir seher yeli yükseldi

Ve asırlık çınarlar beni de aralarına aldılar

Ve 2023`ün ılık bir ekim sabahında

Yeni bir kayaların oğlunun doğuşunu

Beraberce seyre koyulduk...

         
                                    BARIŞ MANÇO


Kayaların oğlu canlandı.Bekliyoruz...

Öylesine yaralanmışızdır ki SUSARIZ..

Susarız…
 Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…
 Susarız…
 ...Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…
 Susarız…
 Sessiz bir onaydır susuşumuz… Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…
 Susarız…
 Sessiz bir bekleyiş olur susmak… Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz… Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre…
 Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git lerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak…
 Susarız…
 Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak… Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar… Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…
 Susarız…
 Hassas ve kırılgan bir tepkidir… Küçücük bir hatırlatmadır belki… Fark edilmesi ve onarılması incelik ister… Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…
 Susarız…
 Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır… Bir duruş, bir soluklanmadır susmak…
 Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir… Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna… Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak…
 Susarız…
 Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz… Sevdiğimizle yan yana ve can cana yızdır…
 Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız… Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…
 Susarız…
 İletişimin tıkandığı yerdeyizdir, hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…
 Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran… Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna… Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…
 Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak…
 Susarız…
 Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir… Korku eşlik eder suskunluğumuza…
 Susarız…
 Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…
 Susarız…
 Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan… Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…
 Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…
 Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…
 Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız…
 Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…

NEYSE..

‘Neyse’ demek iyidir, ‘bu da geçer’ demek gibidir, geçmez, herkes bilir geçmediğini, geçmiş gibi yapılır. Bazen ‘gibi yapmak’ da iyidir, bazen öyledir, bazen geçer, hiçbir zaman geçmez. İnsan ‘neyse’ demeyi hayli geç öğrenir, belki de geç d...eğildir, tam vaktindedir. Kimi bunda bir olgunluk bulsa da, bulunan şey zorunluluktan başka bir şey değildir. Uzatacak ne var, insan ‘neyse’ demeye başladığında, ‘ne sabahtır bu mavilik ne akşam’ duygusunun da, yavaş yavaş ondan geçtiğini kabul etmeye de başlamış demektir. İkindinin akşam alacası dediğimiz o garip vakte değdiği yerdedir. Hiçbir şey ‘neyse’ demenin niye bunca dokunaklı olduğunu o ıssızlık anı kadar iyi anlatamaz.

Sizin de ‘neyse’ demekten, ‘peki’ demekten yorulduğunuz olmuyor mu? ‘Neyse’ demenin, sanki her şeyi, herkesi, hayatı bağışlıyormuş gibi görünen, oysa unutmaktan, sineye çekmekten, uzaklaşmaktan başka bir şey olmayan kolaycılığı ağır gelmiyor mu? İnsan, ne kendini bağışlıyor gerçekte, ne de bir başkası gibi gelen hayatı, yalnızca unutmayı seçiyor. Unutma! Unutarak yaşayabilirsin diyor, içimizde varsa bir ses, belki de yaşarsan unutursun. Unutarak yaşamak: ‘Neyse’ demek mi? Her şeyi unutmak, kendini de unutmak için. Geri alıyorum söylediğimi, ‘neyse’ demek ‘Bu da geçer ya hu’ demek değil, kimse beni hatırlamasın, ben kendimi çoktan unuttum demek.

Çok yorgunum hatırlamaktan demek, belki de başka hiçbir şey dememek. Attila İlhan’ın dediği gibi: “İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur/ tutsak ustura ağzında yaşamaktan” demek. Yazı da yorar bazen insanı, ‘neyse’ diye yazmak bile ağır gelir, kelimeler eline gelmez olur, ‘nasip’ diye baktığın kelimeler bile gönülsüz, uzak durur yazıya. (Bakınız: ‘Neyse’ adlı bu yazı.)

Yalnızca yazı mı, şiir de yorar, şiir de yorulur, hiç başlanmamış, yarım kalmış şiirlerden söz etmiyorum, onlara heves yetmemiştir ya da heves o kadardır. Şu tamamlanmış gibi duran, yayımlanmaya hazır, hatta yayımlanmış şiirler de bazen ‘neyse’ yorgunluğunu taşır. Tomris Uyar’ın unutulmaz hikâyesi ‘Metal Yorgunluğu’nu okuduysanız, beni daha iyi anlarsınız. Uçakların yorgunluğunu anlatmak için kullanılan bu deyimden, insanın düşmesini, kelimelerin düşmesini de anlayabilirsiniz. Metal yorgunluğu sürtünmeden kaynaklanıyorsa, insanın yorgunluğu da karşılaşmaktan, çarpışmaktan, kelimelerin yorgunluğu, insanın acısını alır diye, ağır cümlelere, dizelere bir teselli olarak yerleştirilmekten neden kaynaklanmasın? ‘Neyse’ diye başlayan bir yazı ne anlatabilir?

‘Neyse’ diye bir yazıyı okuyan bunda ne bulabilir? ‘Neyse’ diye yazan, yazmış bulunmakla kurtulabilir mi bu duygudan? ‘Neyse’ diye yazmanın ne faydası var? Hiç. Şimdi ‘neyse’ demek iyi midir? İsterseniz iyi olsun, biri ‘hiç’ diye, biri ‘terörist’ diye öldürülen iki çocuğun henüz sıcak gözleri üstümüzdeyken…

Burası da kalbin, vicdanın, hiç yorulmasını beklemediğimiz şeylerin yorulduğu yerdir, insan hatırlamaktan, hatırlatmaktan yorulur.

Belki bu yazıyı unutmak en iyisi, ben unutmaya hazırım, isterseniz siz de unutun. Kelimeler beni bağışlasın, cümleler özrümü kabul etsin, siz de üzerinde durmayıp ‘neyse’ derseniz… ‘Hali pür melal’im anlaşılmş olur: İnsan bazen en çok kendinden yorulur!

4 Eylül 2012 Salı

Gülüşüne sevinmeli mi,üzülmeli miyim?

Gülüşüne sevinmeli mi ,üzülmeli miyim?..Oysa tek bi gülüşüne ömrümü verecek kadar çok seviyorken onu nasıl olur da ufacık bir tebessümüne üzülebilirim değil mi?..Şaşırmayın çok nadir gülümser ve buna  sevinecekken daha ,ardından minik bedenindeki o dehşet kasılmalarla geçirdiği havalenin ardından susmak bilmeyen ağlamaları başlar..Kim bilir neresinde hangi ağrıları oluyordur bizim bilmediğimiz,onun anlatamadığı..O ki hayatımdaki en değerli varlık..O ki cennetten bir parça,dünya tatlısı,yeryüzündeki en günahsız,en savunmasız en masum  kişi..Minicik bir yüreği var henüz dünyadan bi haber derler ya hani,öyle işte..
Derdini anlatamaz,Geceleri uyuyamaz,yemek yiyemez bi kaç lokma mamadan başka,Gülemez,Konuşamaz,Yatakta dönemez bile sağına soluna,yüzüne sinek konduğunda elini dahi kımıldatamaz öyle savunmasız işte...Karşısında hergün eriyip biten Annem, ve her geçen gün büyüyen bu yıl okula başlayacak olan bir İkizi var..Birine sevinip birine üzülürken,derdine çare bulma ümidiyle şehir şehir doktor doktor gezip küçük bir ışık arayarak geçirdiğimiz tam yedi koca yıl..Gözyaşları içinde,hastanede yoğun bakımda günlerce,uykusuz gecelerle başında bekleyerek geçirdiğimiz,Babamın ‘bana bir baba deyişi için dünyaları veririm’dediği Kardeşim,Mürüvvet..
Çoğusu birbirini tanıdığını düşünür,arkadaşım der kardeşim der ama hangi kişi karşısındakinin derdini paylaşır ki doğru düzgün?Paylaşmayı geçtim kimin haberi vardır ki,sormazlar bile..Kendi çıkarları için olmayan herşey boştur çünkü ilgilenilmez..Benim engelli kardeşim olduğunu üç beş kişiden başka kimse bilmez mesela..O’nun için nekadar gözyaşı döktüğümü,annemin elinin kolunun bağlı onun çaresiz hastalığı uğruna kendini nasıl yıprattığını,benim onlardan uzak  gurbette okurken aklımın hep bi yerinde bişey olmuşmudur acaba diyerek annemle hergün konuştuğumu bilmezler..Sebebini öğrenmeden Gördükleri şeye verdikleri tepki, ben telefonda annemleyken ‘sende ne ana kuzususun yahu’ demeleri..İşte bukadar basit..
Birgün onu severken uzaktan çekilmiş bir video’mu izlemişti bir arkadaşım gözyaşları içinde..Seninki nasıl bir sevgi böyle,bu halde görmemiştim hiç demişti içtenlikle..Kimse sınanmadığı bir meseleyi anlayamazmış ya hani benimkide öyleydi..Hep görürdüm engelli çocukları,Acıyarak bakar ve geçerdim eskiden..Ama öyle kolay değilmiş işte yaşayınca anlıyorsun,ona verdiğin değer öyle farklı oluyor ki,hiç bilmediğin bir hale bürünüyorsun farkında olmadan..sevindiği zaman minik bir serçe gibi ağzını açar..o haline bayılıyorum..
 Yine birgün hapşırıp beşiğinden düşmüş ve yastığının altında boğulmak üzereyken bulmuştuk onu,mosmor olmuş nefessiz kalmıştı,o an gözyaşlarına boğulmuştuk ya bişey olsaydı,ya yetişemeseydik?..Aman allahım..!
O acı çekerken karşısında çaresiz beklemenin ne demek olduğunu, tek bir gülümsemesi için O anlayamadığı halde karşısında nasıl şebeklik yapıldığını,Göremediği halde sevinemeyeceği ni bile bile yeni kıyafetlerle tokalarla süsleyip karşısında hüzne bogulmayı, o lanet olası doktorların’bu ölür götürün,bir daha getirmenize gerek yok’diyerek onu dinleyen  bir annenin nasıl yüreğini parçaladığını ben biliyorum artık..Hiç ama Hiç kolay değil..
 Bir bebek sever gibi seviyor kolluyoruz onu,Kırkı çıkmış bebek bile daha hareketlidir ondan fakat yine de bir umut karşısında çabalıyoruz,dedim ya ona duyulan sevgi ne diğer kardeşlere duyulan sevgiye benzer ne anneye ne babaya..bambaşka bişey bu,yaşamayanın anlamayacağı türden.. Cennet Kuşum,Minicik Meleğim,En değerlim o benim..Göğsüme yatırdığımda başını usulca yaslayışında huzur bulduğum,o aglarkenki dudak büzüşüne içimin gittiği,yaradanına kurban olduğum Bitanecik varlığım..Moralim bozuk olduğunda kucağıma alıp sevip okşuyorum içim gidiyor sanki..Huzur buluyorum..
Annemin ikiz hamile olduğunu ilk öğrendiğimizdeki sevincimizi hatırlıyorum da nasıl da hayallere boğulmuştuk,daha o zamandan arabalarını almış herşeyi çifter çifter döşemiştik,nerden bilebilirdik ki doğumdan üç ay sonra böyle bir hastalığa yakalanacağını,gecelerle gündüzleri bilemeden saatlerce ağlayacağını,bizim susturamayıp her yola başvuracağımızı,gün geçtikçe iyiye gideceği yerde kötüye gideceğini..ama kader işte oluyor,takdiri ilahi..Artık üzülmekten vazgeçip kabulleniyoruz bazı şeyleri çünkü Allaha isyan etmek gibi bişey oluyor ‘neden neden?’diye soruşlarımız..İçimiz Ferah çünkü En iyi şekilde bakıyoruz ve bunca acının ardından Cennete gideceğini biliyoruz..

Ölmeye Yüzümüz Olsun

Ne kaldı geriye onca verilen sözlerin ardından? İki yudum sitemli sözcük,birkaç timsah gözyaşları barındıran buruk ses tonu,pişmanmış gibi görünen bir surat ifadesi,ve içinde her türlü anlamı barındırabilecek bi suskunluk..
-mış gibi davranışların altında yatan bir sahtekarlığı anladıktan sonra bile hiçbirşey diyemeyişim,demeye bile hakkım olmadığını düşünüşümün sebebini anlamamışken,bana kalan kalbimin kırıklarıyla birlikte öylece beklemekmiş meger..
Hani hep deriz ya,’eskiden olsa şunu yapardım ama neyse..’ işte o ‘neyse..’ öyle çok yaşanmışlık barındırır ki içinde, karşınızdakinin buna değmediğini görür ve susarsınız Allah görüyor diye teselli bulmaya çalışarak.. ilk yaptığınız hatadır ama ikinci kez aynı şeyi yapıyorsanız bu tercihtir,işte Ahmaklık olduğunu bile bile sonunda acı çekme pahasına ama aynı zamanda gizliden bir umut besleyerek  aynı yanlışa düşmekte ısrar ederiz bazen,sırf mantığımızı yok sayıp duygularımıza yenilerek, ‘kalbinin götürdüğü yere git’ saçmalığıyla..
Kaç zamandır öyle yedim ve öyle doldum ki bazılarının suratına kusmamak için kendimi zor tutuyorum..Üstelik yorgunum..Kime ne diye hesap sorulabilir ki? İnsanlar iki saçma sözcükle kendini haklı çıkarıyormuşcasına sıyırmıyorlar mı kuyruklarını bu yargılamadan.? Sonra da Sanki çocuk kandırırmışçasına yüzünde sahte gülümsemelerle’ gönlünü alır kandırırım’ düşüncesiyle aptalca hareket etmiyorlarmı?
Korkaksın,Cesaretsizsin diyen çok kişi oldu bana sırf davranışlarımı kısıtladığım için,kendi gözümden düşmemek adına çaba sarfederek düzgün bi şekilde yaşamaya çalıştıgm için.’Diğerleri’ gibi olmadığım için,ismine modernlik dedikleri o düşüncesizce  çılgınlıklara kendimi teşvik etmediğim için..pişman değilim onurumla gururumla tertemiz bi şekilde devam ediyorum.
Ama bence asıl Korkaklık duygularından kaçmak,Kendi yüreğinle yüzleşememek,mesela kırdığın bi insanla karşılaşmamak için yolunu çevirmek gibi..Geçmişini kirlettiğin birini yoksayarak vicdanını rahatlatmaya çalışmak gibi..neyi değiştirir ki görmezden gelmek? kandırdığın kendinsin işte karşındaki aptal değil..
Ya bu çok saf dediğin kişi ne kadar Saf?..Yaptıgımız doğru ve yanlışlar neye göre kime göre doğru veya yanlış?.. Bunun cevabı; Yüreğimiz,eger hala varlığını hissedebiliyorsak;Vicdanımız..Kirlenmemişse henüz;Ruhumuz..Hala kullanabiliyorsak;Aklımız..Güveniyorsak;içimizden gelen O Ses.. Asıl mesele bunlarla yüzleşebilmek,Hesap vrebilmek,yatağımızda bile uyutmuyorsa değerlerimizin  varlığı,işte o zaman yanlış yapmışız demektir..Dönüp İçimizde muhakeme yaparak gereken cezayı hiç korkmadan kendimize kesmeliyiz ki yarın Ölmeye Yüzümüz Olsun..

Varsa Ölümün Bir Hayrı


En yalın, en yalansız halimiz,musalla taşı başındakidir belki de..Eceli gördü mu frene basar hayat..ölüm karşısında hiçleşiriz..giyindigimız tüm sıfatlardan azadeyiz..Varsa ölümün barışçı bir yanı,küskünleri baristirmasi..Garip belki,ama geçici de olsa bir sulh havası ancak azrail sayesinde gelebiliyor..ölümle yumuşuyor yürekler..kanlı bıçaklılar bile vefat karşısında başını eğip taziye kuyruğuna giriyor..Emri hak yapıyor hayatın yapamadığını..vicdanı eşeliyor,kindarlıgı törpüluyor..Varsa ölümün bir hayrı,empatiyi artırması..Ve artık biliyorum ki,cenaze başında akıtılan gözyaşı, o günden sonra arşivden çıkıveren bir mektupta ya da radyoda yükselen bir şarkıda yeniden dökülmeyi bekler..Başın derde girdiğinde "KEŞKE yanımda olsaydı" dedirtir..Çok sevdiğinde "keşke o da görebilseydi" diye dile gelir..varsa ölümün bir adil yani, nihayette herkesin başına gelmesi..sadece kimini erken kimini geç alıyor,kimine sıralı kimine sırasız geliyor...

Ağlıyorsun..çünkü hüzünlüsün ve güçsüzsün


Ağlıyorsun. İşte sen busun. Kırılgansın. İncinmişsin. İncitmişsin. Terk etmişsin. Terk edilmişsin. Varsın. Yoksun. Ayrısın. Birleşmişsin. Gitmişsin. Gelmişsin. 

 Hayat ayaklarının altından kayıyor. Yalpalıyorsun. Başın dönüyor. Zemin un ufak oluyor. Gökyüzündeki güneşe ve göğün maviliğine karşın duyguların griye dönmüş. Kalbine bulutlar toplanıyor. Boğazın sıkışıyor. Daralıyorsun. Çatlayacak kadar sıkışıyorsun. Boşalman gerek. Bir şekilde insanın içindeki basınç düşmeli. Dayanamıyorsun. Ağlıyorsun. Kalbindeki bulutlar gözyaşı sağıyor. 

 Ağlıyorsun. Ağlayabiliyorsun. Farkettin mi? Ruhundaki acılar kristalize oluyor. Gözyaşı oluyor. Hava kitlesinin soğuğa maruz kaldığında yağmura dönüşmesi gibi. Ruhun üşüyor. Titriyorsun. Çıplaksın. Korunmasızsın. Kendini koruyamıyorsun. Ruhun yardım edemiyor sana. Kalbin yardım edemiyor sana. Hep birlikte ağlıyorsunuz. Kalbin için de kendin için de ağlıyorsun.. Sararan yapraklar kalbini delip geçiyor. Özlüyorsun. Buram buram özlüyorsun. Ağladıkça... 

 Kalbin delik deşik. Herşey seni yaralayabiliyor. Ne kadar naziksin. Ne kadar kırılgansın. Çünkü insansın. 

 Ağlıyorsun. Yorgunsun. Yaşamaktan yorgunsun. En çok gönül yorgunusun.. Yaşadıkların kalbinin tabanına birikti. Belki çok şey yaşamadın. Ama çok ağır şeyler yaşadın. Kalbini deliyor sanki yaşadıkların. Ağlıyorsun. Kalbini yıkıyorsun. Biraz da olsa gevşiyorsun. 

 Ölüm meleği şu an gelse itiraz etmeyeceksin. Dünyanın içindesin. Ama dünyadan soğumuşsun. Gitmek istiyorsun. Öteye geçmek istiyorsun. Ağlıyorsun. Neye mi? Herşeye. Herşey üstüne üstüne geliyor sanki. Çaresizsin. Boşluktasın. Hayattasın ama hayatta olduğunu hissedemiyorsun. 

 Dur. Ağladığın için zayıf olduğunu mu söylüyorsun? Sakın söyleme bunu. Lütfen söyleme. Hadi geri al sözünü. Çünkü insansın. İşte bu yüzden meleklerden üstünsün. Çünkü melekler gözyaşı dökemez. Çünkü meleklerin kalbi delik deşik olamaz. Çünkü melekler gönül yorgunluğu nedir bilemezler. 

 Ağlayan insanlara üzülmüyorum biliyor musun? Ağlayan bir insan gördüğümden “neden ağlıyorsun, ağlama, güçlü olmalısın” demeyi çok uzun yıllar önce terkettim. Ağlayan bir insan görsem gözyaşlarını silmek için bir mendil uzatmak geçer içimden. Bu bana dünyanın en kutsal davranışlarından biri gibi gelir.Eğer sen ağlarken sana mendil uzatacak biri yoksa, bu sen olmalısın. 

 Ağlayabiliyorsun. Ne kadar güçlüsün. Meleklerden bile üstünsün. 

Dağıttın Yine

Dağıttın yine,yine yok sayarak başardın yüreğimin derinlerine çentik atmayı..yine vurdun..Yine yamaçlarıma uğradın,bir hiç sayarak sevgimi..Kal sen..Ne bir adım öteye git,ne bir adım daha gel..Öylece kal işte..Söyleyecek sözüm de kalmadı.Cümlelerimin ahı kaçtı,varsa bile ruhumun dermanı da..Avuçlarımın hali kaçtı,yazmayayım diye belkide,her cümlede,her mısrada seni yazmayayım diye..
Çekindim ve çekildim..Adadım ama adını yazamadım..Yoruldum ve yok oldum..Kaçtım,korktum zannettim ama hala buralardayım..İsyan ettim sandılar ama yolumdan hiç sapmadım.Ne yağmurlar ne fırtınalar atlattım sen bilirsin..Ruhuma setler çekmek yerine,derelerimi kuruttum..Artık son dedikçe yeni heveslerine yol açıyordum sanki..Hiç son olmadı aslında.Nekadar yenildiysem,okadar doymadım oyunuma!..
Astım dünyamın darağacına işte..Bende bunca yoksunluktan sonra herşeyi aldım,attım.Kimini sattım kimini attım..Ne var ne yoksa yüreğimi yaralayan derinlerde aldım attım..Yokuşlarına tırmanmaktansa umut diye yüzüme teselli verdikleri duygunun..Sattım işte!hiç düşünmeden sonunu.Zaten neyi düşünerek yaptım ki?..
‘bu sonun!’ dedi ve verdi avuçlarıma.Koca koca umursamazlıklarla kucakladım sonumu..Sonuçta benim sonumdu değilmiydi kanıyla canıyla..lütfetti eninde sonunda.Bu ne delikanlılık bu ne gurur sevgili sonum..yine de unutmadan hangi serzenişin uğruna harcandı güzelim hayallerin?...